2025, sürdürülebilirliğin iyi bir şey olmaktan çıkıp uygulanabilirliği, finansman ve yönetişim başlıklarında sınandığı bir yıl oldu.COP30’un Belém’deki çerçevesi bu dönüşümü net biçimde özetledi: gündem artık yalnızca hedefler değil; uygulama, uyum, adil geçiş, kayıp-zarar ve finansmanın sahaya inmesiydi. COP30’da kabul edilen Belém Politik Paketi bu yaklaşımın resmi dilini oluşturdu.
COP30’un mesajı: “Kararlar var; asıl sınav sahada”
Belém, katılım ölçeğiyle bile “aciliyet” hissini büyüttü: COP30, Dubai’den sonra en kalabalık zirvelerden biri olarak anıldı; lojistik zorluklar ve yerel koşullar gündeme gelirken, müzakere masasında finansman ve kayıp-zarar mimarisi öne çıktı.
Belém’de kabul edilen Mutirão karar hattı, kayıp-zarar fonunun kaynak mobilizasyonu / yenileme döngüsü gibi teknik ama kritik parçalarını güçlendirdi; “fon var ama işletim kabiliyeti ve transferin hızı” sorusu 2026’ya taşındı. 2025’in Türkiye açısından en stratejik sürdürülebilirlik başlığı, kuşkusuz COP31’in 2026’da Antalya’da yapılacak olmasıydı. Resmi mutabakat, Türkiye’nin ev sahibi olacağı; müzakerelerin başkanlığı rolünü ise Avustralya’nın üstleneceği şeklinde duyuruldu.
COP31Türkiye için , yalnızca bir etkinlik değil; ülkenin iklim finansmanı, yeşil sanayileşme, uyum kapasitesi ve bölgesel liderlik iddiasını sahici göstergelerle (politika, piyasa mekanizması, yatırım, şeffaf raporlama) desteklemek zorunda kalacağı bir vitrin. Bu anlamda da iş hayatı proaktif yaklaşımlar göstererek hazırlıklarını artırmak durumundalar.
Türkiye 2025
2025’te Türkiye tarafında en somut eşiklerden biri, Türkiye’nin ilk İklim Kanunu’nun TBMM’de kabul edilerek yasalaşması oldu (3 Temmuz 2025). Bu çerçeve; azaltım–uyum yönetişimi, izleme ve piyasa araçlarının (ör. ETS hazırlıkları) hukuki omurgasını güçlendiren bir adım olarak okunuyor. Aynı dönemde şirketler için en kritik konu, Türkiye’nin ISSB ile uyumlu TSRS 1–TSRS 2 setinin zorunlu uygulama kapsamı ve geçiş dönemiydi. TSRS çerçevesi resmi duyurularla pekiştirildi; 2025 birçok kurum için “geçiş / hazırlık” yılı olarak konumlandı.
2025’in kısa özeti: Türkiye’de sürdürülebilirlik artık “gönüllü raporlama”dan “finansal sistemle entegre zorunlu açıklama ve piyasa altyapısı”na doğru ilerliyor; COP31 bu ivmeyi hızlandıracak bir katalizör.
Avrupa 2025
AB’de 2025, sürdürülebilirlik regülasyonlarının “sertleştiği” bir yıl olmaktan çok, sadeleşme (Omnibus) ve kapsam daralması tartışmalarıyla geçti. Avrupa Parlamentosu hattında Omnibus I ile, raporlama ve özen yükümlülüğü kapsamının daraltılması; eşiklerin yükselmesi ve takvimlerin ötelenmesi gündeme geldi. Avrupa Komisyonu bu sadeleşme paketlerini, idari maliyetleri azaltma ve rekabetçiliği artırma çerçevesinde konumladı; 2025 boyunca “omnibus” yaklaşımının birden fazla alana yayıldığı vurgulandı. Ancak aynı yıl, BM insan hakları uzmanları bu sadeleşme hamlelerinin, “iş dünyası ve insan hakları” alanındaki UNGP (BM Rehber İlkeleri) ile uyumlu yürütülmesi gerektiğini açık biçimde hatırlattı
Bu gerilim, 2025’in Avrupa fotoğrafında çok belirgin: şirketlere “yük azaltma” hedefi, sivil toplum açısından “hesap verebilirlik ve insan hakları güvencesi” endişesiyle çarpıştı.
ABD 2025
ABD’de 2025, iklim siyasetinde federal düzeyde geri çekilme ve önceliklerin yeniden tanımlanması tartışmalarının belirgin biçimde arttığı bir yıl olarak öne çıktı. Özellikle Donald Trump yönetiminin ikinci dönemine girilmesiyle birlikte, ABD’nin küresel iklim yönetişimindeki rolü yeniden sorgulanır hale geldi. Avrupa Parlamentosu’nun COP30’a ilişkin brifinglerinde, ABD’nin 2025 yılı itibarıyla UNFCCC iklim finansmanı taahhütleri, çok taraflı fon mekanizmalarına katkıları ve Paris Anlaşması kapsamındaki siyasi sahiplenmesi konularında belirsizlik yarattığı; bunun da küresel iklim finansmanının ölçeği ve öngörülebilirliği üzerinde olumsuz ve zincirleme etkiler doğurabileceği açıkça not edildi.
Trump yönetiminin 2025 boyunca attığı adımlar;
- federal iklim finansmanı katkılarının yeniden gözden geçirilmesi,
- çok taraflı iklim süreçlerine mesafeli bir diplomatik dil,
- iklim düzenlemelerinin ekonomik rekabet ve enerji güvenliği gerekçeleriyle ikinci plana itilmesi
şeklinde özetlenebilir. Bu yaklaşım, ABD’nin küresel iklim liderliği rolünü zayıflatırken, özellikle gelişmekte olan ülkeler için kritik olan iklim finansmanı akışlarında belirsizlik yaratmıştır. ABD’nin pozisyonundaki bu değişim, diğer gelişmiş ülkeler üzerinde de “yük paylaşımı” baskısını artıran bir unsur olarak değerlendirilmiştir.
Buna karşılık, “iklim uygulaması” ABD genelinde tamamen durmamış; aksine federal–eyalet ayrışması daha görünür hale gelmiştir. Özellikle eyaletler üzerinden güçlü bir uygulama ivmesi korunmuştur. Bu çerçevede California, 2019–2025 döneminde temiz enerji ve enerji depolama kapasitesini hızla artırdığını; 2025 itibarıyla batarya depolamada yaklaşık 17.000 MW ölçeğine ulaşıldığını ve yılın birçok gününde elektrik üretiminde %67’ye varan temiz enerji payı yakalandığını kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu tablo, ABD’de iklim politikasının federal düzeyde zayıflarken, eyalet ve yerel düzeyde devam eden “parçalı ama güçlü” bir uygulama modeline evrildiğini göstermektedir.
ABD–AB hattında ise iklim politikaları, 2025 yılı itibarıyla giderek daha fazla ticaret, rekabetçilik ve düzenleyici uyum eksenine kaymıştır. Avrupa Birliği’nin metan mevzuatı kapsamında getirdiği ithalat raporlama ve şeffaflık yükümlülükleri, ABD tarafında “örtülü ticaret bariyeri” tartışmalarını tetiklemiş; iklim politikaları ilk kez bu denli açık biçimde ticaret hukuku ve jeoekonomik rekabet çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. Bu gelişme, 2025’in sürdürülebilirlik gündeminde iklimin artık yalnızca çevresel değil, doğrudan jeopolitik ve ticari bir politika alanı haline geldiğini net biçimde ortaya koymuştur.
2025’te sürdürülebilirlik gündemi, iklimden taşarak insan hakları, göç, hukukun üstünlüğü ve kurumsal hesap verebilirlik alanlarında da sertleşti. Bu, şirketler açısından da net bir mesaj üretiyor: 2025’te sürdürülebilirlik performansı; yalnızca emisyon ve enerji verimliliği değil, tedarik zinciri insan hakları riski, şeffaflık, denetim, paydaş katılımı ve düzeltici aksiyon kapasitesiyle ölçülmeye başladı.
2025, sürdürülebilirlikte “ivme” ve “gerilim”in aynı anda yaşandığı bir yıl oldu:
- COP30, uygulama ve finansmanı sahaya indirme baskısını büyüttü.
- AB, Omnibus ile yük azaltma–hesap verebilirlik dengesini yeniden tartışmaya açtı. T
- ABD’de federal–eyalet ayrışması belirginleşti; iklim politikası ticaretle daha fazla iç içe geçti.
- Türkiye’de İklim Kanunu ve TSRS ekseninde kurumsallaşma adımları hızlandı; COP31 bunu “göstergeye ve icraata” bağlayacak.
2025’e veda ederken ; sürdürülebilirlik artık iyi niyet beyanlarının, gönüllü çabaların ya da iletişim diliyle yönetilebilen bir alanın çok ötesine geçti. Bu yıl; iklim krizinin finansman, yönetişim, insan hakları ve jeopolitik rekabetle iç içe geçtiği; kararların sahaya inme kapasitesinin ise gerçek ölçüt haline geldiği bir eşik olarak kayda geçti. COP30’un “uygulama” vurgusu, AB’de Omnibus tartışmalarıyla derinleşen düzenleyici gerilim, ABD’de federal–eyalet ayrışması ve Türkiye’de hızlanan kurumsal altyapı adımları bu dönüşümün farklı yüzlerini ortaya koydu.
Önümüzdeki dönem, özellikle COP31’in Türkiye’de gerçekleşecek olmasıyla birlikte, söylem ile icraat arasındaki mesafenin daha görünür hale geleceği bir dönem olacak. Kamu, özel sektör ve finans dünyası açısından sürdürülebilirlik; artık hazırlıklı olma, veriyle konuşma, riskleri yönetme ve dönüşümü finanse edebilme kapasitesiyle ölçülecek. 2025 bu anlamda bir “geçiş yılı” değil; hesap verme çağının başladığı yıl olarak okunmalı.
2026’ya giderken esas soru şu olacak?
Kimler bu yeni döneme yalnızca uyum sağlamaya çalışacak, kimler ise dönüşümün aktif aktörleri arasında yer alacak?
2025’in bıraktığı miras, bu soruya verilecek yanıtların artık ertelenemeyeceğini açıkça gösteriyor.
